31 Ağustos 2024 Cumartesi

MEDRESENİN İCADI


MEDRESENİN İCADI



Medreseler, İslam tarihine damga vurmuş önemli eğitim kurumlarıdır. Ortaya çıkışları, zaman içinde geçirdikleri evrimler, ulus devletlerin yükselişi, modern yaşamın eğitim gereksinimleri, sekülerleşmenin yaygınlaşması ve politik etkiler... İslam tarihi boyunca bu konular gündeme geldiğinde medreseler de mutlaka anılmıştır. Bu başlıkların medreselerle veya medreselerin bu başlıklarla bir ilişkisi olduğu açıktır.


Ülkemizde, 1850’li yıllardan itibaren modern yaşamın gereklilikleri, kadınların da okula gitmesi, öğretmen ya da doktor olması, askeri eğitim kurumlarının dışında farklı eğitim kurumlarına ihtiyaç duyulması gibi faktörlerle birlikte, kurulan Cumhuriyetle birlikte eğitim alanının politik olarak yeniden inşası sırasında medreseler kapatılmıştır. Türkistan bölgesinde ise hala varlığını sürdüren ve bizim Diyanet İşleri Başkanlığı’na benzeyen bir kuruma bağlı olan medreseler, sadece din eğitimi veren yerler olarak yaşamlarını sürdürmektedir.


Ülkemizde de din eğitimi verilen devlet okulları ve çeşitli dernek-vakıf gibi oluşumlar bulunmaktadır. Ancak Cumhuriyet, eğitimi seküler bir çizgide inşa etmeye yönelik ciddi adımlar atmış ve büyük ölçüde başarılı olmuştur. Hatta eğitimi, din ve seküler bir tartışmanın malzemesi olmaktan çıkarıp, ulusal ihtiyaçlara hizmet edecek bir doğrultuda kurgulamıştır. Bu durum her ne kadar zaman zaman karar alıcılar tarafından aşındırılmaya çalışılsa da, özünde, en azından kağıt üzerinde böyle devam etmektedir.


Medreselerin, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ünlü veziri Nizamülmülk ile anılıyor olması tesadüf değildir. Öncelikle, "medrese" denilen eğitim kurumlarını Nizamülmülk icat etmemiştir. Hatta kendisi de dini eğitim almış, yani medreselerde eğitim görmüş bir kişidir. Ancak, Nizamülmülk bu kurumları derleyip toparlayarak sistemli hale getiren kişidir.


Selçuklu İmparatorluğu, Oğuzların Kınık boyundan gelir. Devlet, Tuğrul Bey tarafından kurulmuş ve adı, saygın bir devlet adamı olan dedesinden alınmıştır. Tuğrul Bey, kardeşi Çağrı Bey ile birlikte devleti yönetmeyi ve büyütmeyi başarmıştır. Tuğrul Bey’in oğlu olmadığı için gelecekte ülkenin başına Çağrı Bey’in oğlu Sultan Alparslan geçmiştir. Ancak onun da iyi bir eğitimden geçmesi gerekmekteydi.


Bu noktada Nizamülmülk devreye girer ve henüz çocuk yaşta olan Alparslan, ünlü vezirin yanında çıraklık yaparak devlet yönetiminin inceliklerini öğrenir. O günden sonra Sultan Alparslan ve Nizamülmülk hiç ayrılmazlar.


Aynı dönemde İslam coğrafyasında bir mesele giderek olgunlaşmaktadır. Tarihi, 657 yılında yaşanan Hakem Olayı’na kadar uzanan bir ayrışma, İslam dünyasını ikiye bölecektir: Şii ve Sünni kavgası. Şiilik, Fatımiler tarafından; Sünnilik ise Abbasiler tarafından benimsenmiştir. Zamanla İslam dünyasındaki hiziplerin sayısı artsa da, bu iki hizip ekonomik, siyasi ve politik bakımdan varlıklarını sürdürmüşlerdir.


Sultan Alparslan döneminde, bir gün vezir Tusi, (Nizamülmülk’ün diğer unvanıdır; memleketi Tus olduğu için bu unvanı kullanmıştır) yolda aç ve düşkün insanlar görür. Alparslan, bu insanlar için bir yaşam alanı düzenlenmesini ve temel seviyede eğitim almalarını emreder. Bu olay, her ne kadar basit bir durum gibi görünse de zamanla devlet yönetimi, astronomi, hukuk ve din alanlarında yüzyıllar boyunca toplumu kalkındırmayı başarmış Nizamiye Medreseleri’nin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu ekolden gelen medreseler, zamanla çağa ayak uyduramadığı dönemlerde zayıflamış ve neticesinde Türkiye Cumhuriyeti’nde eğitim-öğretim faaliyetleri durdurulmuştur.


11. asırda, Sultan Alparslan, Abbasi Halifesi ile iyi ilişkiler kurarak İslam’ın sancağını asker olarak taşıma görevini üstlenmiştir. Henüz 250 yıldır İslam’la tanışan Türk toplulukları, genellikle İslam ordularında asker olarak görev yapmaktadır. Bu gelişme, bir İslam devletinin  Halife’sinin emrinde hareket etmesi anlamına gelmese de, dediklerine uyma bakımından önemlidir. Fatımiler ise bugünkü Mısır’da varlıklarını sürdürürken, Şii aklın yaygınlaşması için çalışmaktadır. Sultan Alparslan ise Sünni aklın temsilcisi olarak, Halife’nin tavsiyesi veya emriyle ordularını Mısır’a sürer, ancak yoldan geri dönerek o anda saldırıya geçen Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen’e Malazgirt Ovası’nda cevap vermek zorunda kalır. Bu zafer, Türklere Anadolu’nun kapısını açar.


Ancak, 1071’den çok önce Türk toplulukları zaten Anadolu’da bulunmaktadır. 1071, sadece temsili ve büyük anlamı olan bir tarihtir.


Bu sıcak günlerden sonra Nizamiye Medreseleri, Sünni; Fatımiler ise Şii propaganda için çalışmaya devam edecektir. Fatımilerin eğitim merkezini ise bugün El Ezher Üniversitesi olarak biliyoruz.


Bu gelişmelerin manası şudur: Nizamiye Medreseleri’nin asıl hedefi, zamanla ve hızlıca devlet adamı yetiştirmekten çok Sünni politikayı yaymak olmuştur. Zaten Nizamülmülk’ün Nişabur’da açtığı medresede eğitim görerek, gelecek yüzyıllarda en az Tusi kadar adından söz ettirecek olan Gazali, bu bayrağı daha da ileriye taşıyacaktır. Artık medrese, tam anlamıyla bir dini eğitim verilen kurum imajına sahip olacaktır.


Bu gelişmeler, İslam dünyasının aklını, irfanını, felsefesini ve geleceğini de etkilemiştir.


Abbasi Halifesi Memun’un, 800’lü yıllarda Batı’nın felsefi kitaplarını Arapçaya çevirtmesi ile başlayan ve İslam’ın Altın Çağı olarak bilinen dönemde, Ömer Hayyam, İbn Sina, İbn Rüşd, Harezmi, Farabi, Biruni, Cezeri gibi bilim insanlarının önü, medreselerin aklının değişmesiyle birlikte kesilmiş ve bu dönem Altın Çağ olarak tarihteki yerini almıştır.


Bilinen medrese tarzının Osmanlı Devleti’nde iki önemli temsilcisi olmuştur: Fatih Sultan Mehmet’in Sahn-ı Seman Medreseleri ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Medreseleri. Bu iki medrese de kendi çağının ilerisinde, klasik medrese anlayışından uzak, bilimsel akla önem veren kurumlardır.


Örneğin, Fatih Sultan Mehmet, işinde uzman olduğunu düşündüğü için Türkistan’dan Ali Kuşçu’yu müderris olarak İstanbul’a davet eder. Bu davranış, medresenin genel düşünüş biçimiyle çelişen cesur bir harekettir.


Nizamülmülk’ün garibanlara yuva olsun, eğitim de verilsin diye açtığı medreseler, belki de tahmin etmediği bir seviyede anlamlar taşımıştır. Her durumda, bu kurumlar tarihimizin önemli bir parçasıdır. Ancak zamanla çağa ayak uyduramamış ve gözden düşerek kaybolmuştur.


Sizce 300 yıl sonra artık eğitim kurumlarına ihtiyaç duyulmayacak mı? Bu soruyla bitirelim. Akla imam hatip okulları gibi okullar gelebilir; fakat ben, üniversitelerin 300 yıl sonra artık olmayacağını, öğrenmenin ve uzmanlaşmanın yollarının değişeceğini düşünüyorum.


Semerkant, Özbekistan  

7 Ağustos 2024







































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder