31 Ağustos 2024 Cumartesi

CENGİZ AYTMATOV

 




CENGİZ AYTMATOV



Bir hikâyeyi büyük yapan şey, genelde olumsuzlukların içinde var olabilmesidir. Ya da başka bir deyişle, hayran olduğumuz insanlar her bakımdan hayatlarının başladığı noktadan çok uzaklara ulaşabilmiş kimselerdir. Bu uzaklara gidebilmeyi elbette olumlu manasıyla kabul ediyoruz.


Cengiz Aytmatov, 1928 yılında Kırgızistan’ın kuzeybatısında, Müslümanlarla Çinlilerin ilk defa savaştığı meşhur Talas bölgesinde küçük bir köyde doğar. Sovyet Rusya’nın baskısı o kadar küçük bir kılcala ulaşır mıydı, bunu bilemiyorum ama Cengiz’in babası başarılı bir devlet memuru olduğu ve ailesinin geçimini daha iyi sağlayabileceği için Moskova’daki memurluğu tercih etmiş ve ailesini geride bırakarak gitmiştir.


Cengiz henüz 7 yaşındayken, ailecek babasının yanına, yani Moskova’ya taşınırlar. Burada, Cengiz’in babası gibi kendi alanında başarılı ama kolonileştirilmiş topraklardan gelen insanların - uzmanların, memurların - aileleriyle birlikte yaşarlar. Bu ortam, Cengiz’in insan haklarını önceleyen, eşitlikçi edebiyatının temellerinin atıldığı yıllar olur. Kendisi gibi yerinden yurdundan uzaklara yaşam mücadelesini sürdürmek için gelmiş ailelerin çocuklarıyla birlikte ikinci sınıf bir mücadele…


Tam bu yıllarda, Rusya-Amerika-Almanya arasında tırmanan uluslararası meseleler, Cengiz’in babasını bir karar almaya itmiştir. 1937 yılında, Aytmatov ailesi Kırgızistan’a geri döner. Baba, ailesinin daha güvende olacağını düşünerek bunu yapar. O günden sonra babadan hiç haber alınamayacaktır, 1991 yılında toplu mezarlar açılıncaya kadar. Baba Aytmatov, Kırgızistan’da bir toplu mezardadır. Stalin vahşeti onun da canını almıştır. Kim bilir, belki de baba Aytmatov yaşanacakları biliyordu ve ailesini kurtardı.


10 yaşında bir çocuk… Babasız bir yoksulluk… Çaresiz bir savaş… Bitmeyen bir açlık…

Bazı şeylerin tohumları toprağa değil zihinlere atılır. Aytmatov bunu yaşar… Tam bu sırada bir şey olur. Cengiz büyükannesinin yanında büyürken, büyükanne ona masallar anlatmaya başlar. Sözlü edebiyat aslında bizim de kıymetlimiz Yaşar Kemal’in edebiyatını başlattığı alandır. Çukurova’nın dağlarında masal, destan, halk hikayeleri anlatan kişilerin yanına gider ve anlatılanları not alır Yaşar Kemal. Bu nedenle devlet tarafından sıkı takip edilir çünkü o bir “goministir.” Köylerde propaganda yapmaktadır. Ah canım Yaşar Kemal… Haliyle o da kaçar Çukurova’dan.


Cengiz, bu yıllarda hem geçim hem de babasızlığın sıkıntılarını çekerken, annesi ve büyükannesinin yanında bir şeyler öğrenir. Anne çalışır ve evi geçindirir. Büyükanne çocuklara ve eve sahip çıkar. II. Dünya Savaşı başlar. Bu yaşam elbette savaşa (Beyaz Gemi), yoksulluğa (Gün Olur Asra Bedel), açlığa (Toprak Ana, Gülsarı, Cemile), eğitimsizliğe (İlk Öğretmenim) karşı bir savaş başlatacaktır. Kadınların ne kadar güçlü olduğunu (Cemile, Selvi Boylum Al Yazmalım) da yine Aytmatov edebiyatında rahatlıkla görebiliriz.


Cengiz, II. Dünya Savaşı devam ederken 12-16 yaşlarındaydı. Okuma-yazma bildiği için cepheden gelen mektupları ailelere okuyordu. Muhtarlıkta muhasebe tutmak gibi bir görevi de vardı. Köylüden toplanan buğdayların (Toprak Ana) cepheye ya da Moskova’ya ulaşmasının muhasebesini o tutuyordu. Hatta köyün okulunda öğretmen olmadığı için o görevi dahi üstlenmişti (Öğretmen Duşen).


Okuma-yazma ve muhasebe bilgisi aslında onu yaşamaması ya da öğrenmemesi gereken acı deneyimlerin içine itiyordu. Kendi hayatı aslında yeterince trajik olan yazar, bir de başkalarının dramlarını yaşamak zorundaydı. İşte bu nokta, büyük ihtimalle iplerin koptuğu, Cengiz’in deneyimlerini dünyaya haykırmaya karar verdiği yıllardı. Dünya’nın kederi bir kere daha devasa bir yazar doğurmaya karar vermişti. Cengiz artık biliyordu.


Dünya kötü bir yer.


Edebiyat dünyasına ilk adımını 24 yaşında atmıştır. Bu, bir denemedir. Bir Japon çocuğun sıradan bir öyküsüdür. Kendi edebi kimliğine pek uymasa da başlangıçtır. Sonraki hikayesi ise ülkemizde en iyi bilinen eseridir: Selvi Boylum Al Yazmalım… Bu yıllarda yaptığı çalışmalar onu Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsüne girmesini sağlamış ve Cemile’yi yazmıştır. Bu eser, onu batıyla tanıştırmış ve Sovyet edebiyatının temsilcisi haline getirmiştir.


O dönemin edebiyatçılarının neredeyse hepsinin yaptığı gibi, yazar kişisel görüşlerini Pravda Gazetesi'nde okurlarıyla düzenli olarak paylaşmaya başlamıştır. Bu yaşantılarının hepsi bana sürekli Yaşar Kemal’i hatırlatıyor. Israrla bunu hatırlamam ve hatırlatmam Yaşar Kemal’e olan sevgimden olabilir. Lütfen kabul edin.


Bu yıllardaki edebiyatı, sinema çevrelerinin de fazlaca ilgisini çekmiş ve birçok eseri sinemaya aktarılmıştır. İlk Öğretmenim, Cemile, Selvi Boylum Al Yazmalım…


Giderek olgunlaşan, ünü dünyaya yayılan yazar, ülkesinden ve dünya edebiyat çevrelerinden ödüller üstüne ödüller alır. Artık topluma edebiyat ürünleri vermek ona yetmeyecektir. Politikaya atılmak, Türk kültür zenginliğini dünyaya tanıtmak, dünya entelektüellerine topraklarındaki yaşamları haber vermek gibi misyonları vardır. Sovyetler Birliği Komünist Partisinden milletvekilliği, kişisel tarihiyle çelişiyor gibi görünse de, eserlerindeki özenli yazılarından anlıyoruz ki yazar Moskova’yı sinirlendirmeden edebiyatını ortaya koymalıdır. Mesela İlk Öğretmenim’de, eğitime erişimin kısıtlı olduğu zamanlarda köyden çıkan bir kız çocuğunun sistemin zirvesine çıkması, geri dönüp köyünde insanlara konferanslar verecek kadar yükselmesi ama bunu sağlayanın eşitlikçi Sovyet Rusya’nın olduğunun altını çizmesi gibi…


Kim bilir, belki de Stalin onu seviyordu. Bunu sanmıyorum. Kendini babasız, aç, yoksul ve çaresiz bırakan Stalin’in ta kendisiydi.


Kısacası, yazar bana kalırsa, ömrü boyunca sırtında bir yumurta küfesi taşımış ve hedefine ulaşmıştır. Ruhun şad olsun büyük yazar.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder