Belki yazmaya gerek yoktu ama Sait Faik gibi, yazmazsak
eksik olur sanırım. Herkesin kendine göre romantik bir hikâyesi vardır. Hele de üzerinden yıllar geçmişse olayları geriye doğru romantikleştirmek çok zor değildir. Öyle bir gayeden uzak kalmaya çalıştığı da ayrıca ifade etmek isterim.
Bugün İzmir’de yıkıcı olmayan ama deprem gerçeğini hepimize hatırlatan bir sarsıntı oldu. Herkes olayı konuştu ve muhtemelen bir iki güne hiçbir şeyimiz kalmaz, unuturuz. İzmir’den bir arkadaşımla haberleştim, halini sordum. Korktuğunu falan anlattı ve benim daha önce deprem yaşayıp yaşamadığımı sordu. 1998 yılında Ceyhan Depremi olurken Çukurova’da tarlada çalışıyordum. Bir Cumartesi günüydü ve okula gitmem gerekmiyordu. Aslında zaten okullar da yaz tatiline girmişti o zaman. Hafta sonları tarlada çalışmak biraz aile bütçesine katkı yapmak ya da kendi ihtiyaçlarımı gidermek alelade bir durumdu. Mesela Taksim barlarında soğuk bira içenler tuzlu fıstıklar için bana teşekkür etmek zorunda… Anlatacak gerçekten çok hikâye var ama kalplerde acıma hissi oluşsun da istemem. Sadece o günkü çocuk aklımla belki biraz utanıyordum. Çalışmak zorunda olduğumu düşünmek öyle geliyordu işte. Ya da akranlarımla kendimi kıyaslıyordum. Çok şükür tarlada ve açık alanda olduğumuz için olaydan nerdeyse hiç etkilenmemiştim.
Bugün İzmir’de yıkıcı olmayan ama deprem gerçeğini hepimize hatırlatan bir sarsıntı oldu. Herkes olayı konuştu ve muhtemelen bir iki güne hiçbir şeyimiz kalmaz, unuturuz. İzmir’den bir arkadaşımla haberleştim, halini sordum. Korktuğunu falan anlattı ve benim daha önce deprem yaşayıp yaşamadığımı sordu. 1998 yılında Ceyhan Depremi olurken Çukurova’da tarlada çalışıyordum. Bir Cumartesi günüydü ve okula gitmem gerekmiyordu. Aslında zaten okullar da yaz tatiline girmişti o zaman. Hafta sonları tarlada çalışmak biraz aile bütçesine katkı yapmak ya da kendi ihtiyaçlarımı gidermek alelade bir durumdu. Mesela Taksim barlarında soğuk bira içenler tuzlu fıstıklar için bana teşekkür etmek zorunda… Anlatacak gerçekten çok hikâye var ama kalplerde acıma hissi oluşsun da istemem. Sadece o günkü çocuk aklımla belki biraz utanıyordum. Çalışmak zorunda olduğumu düşünmek öyle geliyordu işte. Ya da akranlarımla kendimi kıyaslıyordum. Çok şükür tarlada ve açık alanda olduğumuz için olaydan nerdeyse hiç etkilenmemiştim.
17 Ağustos 1999 Gece 03.01
İkinci deprem ise ülkenin zihnine kazına 17 Ağustos 1999
depremi ile alakalı. Yukarıda da belirttiğim gibi yaz ayları ve hafta
sonlarında biraz para kazanmak içi çalışmak alışılageldik bir durumdu.
Çukurovalı birinin 17 Ağustos depremi ile ne alakası olabilir
demeyin. Temmuzun sonu gibi Karadeniz bölgesinde fındık hasadı yapılır. Kısa
sürede hallolması gereken bu iş için daha çok doğu ve güneydoğu taraflarından
mevsimlik işçiler Karadeniz’e 1 aylığına göç eder ve geçimlerini sağlar.
Muhtemelen hala da öyledir. Deprem zamanın da Akçakoca’nın Balatlı Köyü’ne fındık
işçisi olarak gelmiştik. Akranlar ve arkadaşlarla bu işi yapmak aslında o kadar
da yorucu ya da yıpratıcı değildi biraz eğlenceli tarafları dahi vardı. Kendi
dünyamızdan çıkıp bambaşka bir şeyi yapıyor olmanın heyecanına alışamadan geri
memlekete dönüyorduk. Memlekete döndükten kısa bir süre sonra okullar açılıyor
ve işimize gücümüze geri dönüyorduk. Deprem anını, tarlada çalışırken
yaşadıklarımızı günlük rutinleri uzun uzun yazmak da olabilir ama hafızam çok
detaya inmeme izin vermiyor. Sadece yanında işçi olarak çalıştığımız işveren
beylerin (İsmail abi etkisi diyelim)
bize güzel davrandıklarını hatırlıyorum. Aynı sofraya oturuyor, birlikte
caminin yanındaki kahve de oturuyorduk o gibi şeyler var aklımda.
Buraya kadar olan kısım depremlerden bahsetmek için yazılmış
gibi dursa da dün yani 12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliği İle Mücadele Günü olarak
çeşitli etkinliklerle topluma ifade edilmeye çalışıldı. Örneğin, Ordu
Valisi’nin 16 yaşından küçük çocukların fındık işçisi olarak
çalıştırılmayacağını söylerken bir bildiği olmalı. Bu gibi fikirler ifade
edildi.
Bu kararı hicvettiğim düşünülmesin. Kesinlikle yerinde bir
karar. Daha da artması gerektiğini söylemek ise akla ilk gelen şeylerden.
Bana kalırsa çocuk işçiliği ile olan mücadele 14 Eylül 1867
‘de Karl Marx ile başladı. Avrupa’nın sanayi devrimi işgücü ihtiyacını
karşılamak için çocukların rutubetli ve gri fabrikalarda çalışıyor olması
sermayenin belirli yerlerde toplanmaya başlaması, adaletsiz düzenin her geçen
biraz daha kemikleşiyor olması Karl Marx’ı çocuk işçiliği üzerinde yorumlar
yapmaya zorladı ve Kapital 1 doğdu. Sanıyorum o günden bu güne kadar konu
çeşitli evrimler geçirerek ilerledi ve bugünkü halini aldı. Büyük ihtimalle BİTMEDİ SÜRÜYOR O KAVGA- YERYÜZÜ AŞKIN YÜZÜ
OLUNCAYA DEK’ de sürecek. Yer yüzü ise eğitilmiş insanlarla aşkın yüzüne dönüşecektir. Bunun için ise çocukların okullarda olması gerekir. Günümüzde milyonlarca çocuk hiç aklımıza gelmeyecek zorluklarla mücadele ediyor.
Savaşlar, mecburi göçler,
sağlık-eğitim- güvenli alana ulaşma ihtiyacı sanırım en çok çocukları
etkiliyor. Dünyanın giderek daha da kötüleşeceği, toplumsal
katmanları arasındaki yarılmaların daha da derinleşeceğinden korkmakla birlikte, çocukları gerçekten korumak zorunda olduğumuzu başta kendimize
sonra herkese söylemek zorundayız. Belki o zaman dünya bir miktar
güzelleşebilir. Eminim teoride herkes bu
fikirleri değerli bulacaktır. Umarım pratikte de samimi bir eylem ortaya
koyabiliriz.
Son tahlilde bu metin bir kişinin zihninde bir iz
bırakabilecekse amacına ulaşmış demektir. Bu fikre eşlik edeceğinize inanarak…
NOT: UNİCEF'in konuyla ilgili istatistikleri de ek olarak verilmiştir.
12 HAZİRAN 2017
SARIYER - İSTANBUL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder